1 Şubat 2013 Cuma

Yol...


Yolda yürüyorum. Genelde kafasını dik tutan bir insanımdır, yani ileri bakarım. Arada bir, robot gibi olmamak için, yere, sağa sola da bakarım. Bakarım da neler görürüm? Mesele orada! Herkes bakar sağa sola filan. Bir sürü insan! Ne yapar bu insanlar? İş güç, eğlence, zaman geçirme gibi amaçlarla bir yerlere gidiyorlar. Peki ama bu insanlar neden hep bunları yapıyorlar. Yani neden hep aynı şeyleri düşünerek yaşıyorlar. Geçim derdi, gelecek derdi, geçmiş derdi… Saymakla bitmez.
Öldüğüm günü düşünürüm bazen.Dedim acaba öldüğümde benim de arkamdan ağlayanlar olacak mı? Sonra bunları düşününce aslında hayatta ne kadar yalnız olduğumuz aklıma geldi. Öldüğünüzü düşünsenize; öbür tarafta tek başınıza bir “ruh”sunuz.
Orada tek başınasın. “
İnsanların kendi doğumlarını, aldıkları ilk hediyeyi, ilk konuşmalarını hatırlamıyor oluşları aslında ne kadar acı.
Bu hayat bir yol sürüp gidiyor… Nereye mi? Tabi ki ölüme.

Labirent Hayatlar


Çıkmıyor hiçbir yol sonuna… Zaten bir müddet sonra unutuyorsun çıkışı bulmanın amaç olduğunu. Son’u bekleyerek geçer mi bir ömür? Sen onu bıraktığın an, hayat da senin elini bırakıveriyor. Amaçlar, senden beklenenler, görevler, zorunluluklar,inançlar, saplantılar, hurafeler, alışkanlıklar… Kendinin şoförü olduğun hayatını ne zaman sürmeye başlayacaksın? Seni bağımlı kılan ne? Ne zaman yeni doğan gün seni tekrar heyecanlandıracak?
Herkes gibi görünerek bambaşka biri olmaktır aslında mutluluk. Gürültü patırtı içinde sükunetle kendi yolundan gidebilmek. Kimsenin ulaşamayacağı saklı bir cennet yaratmak zihninde ve her yıkıntıda koşarak oraya sığınmaktır.
Labirent hayatlar sardı her yanımızı. Yaşanan her güne/haftaya/aya ufak ufak heyecanlar, sürprizler, yenilikler, hedefler, sevinçler, beklentiler eklemek gerek. Bunlara ulaşabilmek motive etmeli insanı, yaşamı daha değerli ve katlanabilir kılmalı. Atmak gerek gözlerimizi katarakt misali kaplayan miskinliği. Artık labirentin duvarları değil de, hızla ilerleyen zamanla köşe kapmacalar kaplamalı gözlerimizi. Bitsin artık şu “yarın olur, bir gün olur” lar. Olsa ne olur olmasa ne olur, hazır olanın tadını çıkarmayı öğrenmeli önce.
Evet, yavaş yavaş eriyor gözümde labirentin tüm duvarları ve önümde hiçbir engel kalmadan hevesle, sevinçle ilk adımımı atıyorum. Nedir sınırlarım, en son nereye kadar gidebilirim, keşfetmek istiyorum…

Kulak ile Dudak

Bir eşyamızı kaybettiğimizde nasıl da ararız yana yakıla. Düşünür dururuz, geçmişi hatırlamaya çalışırız, konsantre oluruz, hatırlamaya çalışırız. Aramalarımız sonuç vermez ise ne kadar üzülürüz, maddi değeri oranında içimiz yanar, manevi değerler maddi değerlerden daha yüksektir çoğu zaman. Kaybedilen eşyaya üzüldüğümüz kadar, kaybediyor olduğumuz yaşamlarımıza üzülüyor muyuz?


Yaşınız kaç olursa olsun kaybediyorsunuz… Bu satırları okurken bile an be an kaybediyorsunuz. Zaman hızla akıp gidiyor değil mi? Geri gelmemek üzere elveda bile demeden, keskin giyotinlerin altında çembere konmuş başlar gibi bekliyoruz… Ve geçmişe bakıyoruz, iki üç saniye sonrasının endişesinde geçmişimize ağlıyoruz. 

ve yaşayamaz olsaydık beynimizin sağ üst lobunun santra noktasında. Topu bilinçli olarak kornere atabilseydik, zaman kazanmak babında. Kırmızı kartla dışarı atsalardı bizi de geçmiş zaman maçlarında penaltı kurtarmalıyım diye olduğumuz yerde donup kalmasaydık. Ele güne madara olmasaydık…

Yaşadığımız her saniyenin bilmem kaçta kaçını ayırmasaydık geçmişe ve keşkelere. Enerjimizin en milimetrik pılını pırtısını bile koyabilseydik bugüne… Bugün çok güzel, bugün çok verimli, bugün… bugün var ya bugün… Kimilerinin umurunda değil, vur patlasın çal oynasın… Kimileri şimdiki zamana o kadar geçmiş durumda ki, koparamazsınız gelecekten geçmişe durul durul işleyen matkap acısı tadında, üzerine mayonez yerine hıçkırıklarımızı mı koyduk yoksa…,

Gel güzelim geçmiş ile uğraşmayalım, bakalım şimdiki halimize, ne kadar yansak da geçmişe, aradığımızı bulamayız, kaybettik bir kere. Belki bilinçli, belki yanlışlıkla ama yine de kayıp eşyalar bürosunun yılda bir kere yaptığı açık artırmaya gitmeye değmez mi diyorsun şimdi değil mi? Değmez değmez elbette, son sözümüzü söyledik nasıl olsa. Tarihin kayıtlarına geçti altın harflerle. Yıllar sonra gezegenler arası kapsül yolculuklarında radyo programlarına konu olacaksınız nasıl olsa. Tarihteki bir kişi olacaksınız. Geçmişine en çok pişman olmuş şahsiyet olarak…

Keşkeler ile keşke yaşamasaydık. Keşke öğretmeselerdi bize keşke demenin ne olduğunu. Düşünmeyebilseydik geçmişi, karşılaştırmalı dilbilgisi derslerimizden sınıfta kalsaydık ta, geçmiş zaman kavramını anlayamaz bir başka hissediyorum nedense…

Pamuk ipliğine kaynaklı halatlar koptu sanki geçmiş ile aramdaki… Güle güle.. Ya da boynum mu tutuldu demeliyim, çevirip bakamıyorum arkama artık. Önüme de bakmayacağım, kafamı eğmeyeceğim, eğilmiyor zaten, boynum tutuldu dedim ya… Dümdüz bakıyorum artık, robot misali değil ama, dümdüz, ileriye, bugünün iki adım ilerisine… Adım adım görüş mesafemiz de artacak, kalkacak o sisli, puslu karamsar bulutlar, geçmişin kokusu geçemeyecek önümüze, korkusu mu deseydik yoksa? Önüm arkam sağım solum sobe, arkamdakilerin hepsi ebe…

Donuk bakışlar ile yıllardan beri aynı çatı altında çalıştığımız birisi yanınızdan geçtiğinde ona karşı yapmacık ta olsa küçücük bir gülümsemeniz ne kadar zor gelecektir ilk başlarda. Hele onun da size aynı yapmacık haliyle gülücük atması… Bugün herkesin yüzüne gözüne bakmalı ve gülümsemeliyim. Konuşmaya takatiniz kalmamış olsa da fırçalanmamış dişlerimi gösterebilirim herhalde… 

Üşüyorum, hem de çok üşüyorum… O kadar fazla sıkmışız ki kendimizi. O kadar fazla kasmışız, kasılmışız ki… Etlerimiz, kemiklerimiz hepsi birbirine geçmiş halde üşüyorlar. Tir tir titriyorlar, sıcacık bir el bekliyorlar, ayağa kaldırmak için büzüştüğü yerden. Ya da sıcacık bir ses, boyun tutulmamızı güzelce ovalayabilecek bir ses bekliyorlar. İster en yakınımızdan olsun, ister ruhumuzun derinliklerinde en çetin komando savaşlarını vermekten yorulmuş küçücük savunmasız içimizdeki bizden…

Kolay değil elbet, insan en mutlu zamanlarında, en huzurlu zamanlarında bırakmak ister kendini. İçindeki kafesleri azıcık olsun açmaya, aralamaya çalışır, oradan artık ne çıkarsa, kiminden çağlayanlar gibi gözyaşı boşalır, kiminkinden yedi kat gökleri sızlatan kahkaha… Ben nerden bilebilirim ki senden ne çıkacağını? Daha önce yaşamadın mı? Aralayamadın mı? Hep içinde biriktiriyorsun sen de benim gibi demek… Çok kötü. Çok zor gerçekten… Bir an evvel kan vermen lazım, kanını canını vermen lazım, araman, bulman lazım, kimin ile kanamalı birliktelikler yaşayacaksın? Kanka demiyorum yanlış anlama, kanma ama sakın kanamalı gözyaşlarına, timsah göremedim şimdiye kadar ama timsah gözyaşları denen şeyi çok kez duydu bu kulaklar…. Kulakların gıdası nedir?

Kulaklar dudaklardan çıkan iki çift güzel söze mi muhtaç? Kulak ile dudak… Dünyanın en büyük aşkı bu olsa gerek…